11/26/2011

Şiire tecavüz etmişler...



Silahı var...
Ölümün silahı var...
Yeleklere kurşun geçirmeli
ve yeni gelinlere kurşun dökmeli...
Aşk akıyor tüllerde, minik minik gözlerce...
Doluya tutulmuş kumru yavruları gibi kaçıştık,
bir Samuray kılıcının ince keskinliğinde
kıskançlık parlayınca...
Kim buldu parayı...?
Parlayan Güneş güzel kızdı;
baba Kızıl Tüyün güçlü dölü... 
Göç yolunca kurulu göllere uçtu siyah gagalı kuğular...
Çadırlarda gölgeler,
göllerde yeni gelin gözleri...
Aklımı kaybettiğim zaman,
ölümün silahını çalacağım dedi;
Kor Gözlü Kör Kadın...
Kurşunum var, gözbebeklerimde saklı...
Şiire tecavüz etmişler,
kafiyeler de çalındı...
Şiirle düzüşmenin, düz yazının dölüne bıraktığı imiş çünkü kafiye...
Düz yazıda ve düz yazıyla:
mukozada kalınlaşma...
Şiirde her şey tabiidir,
buluntular doğaldır kafiyede...
Ölüm cezası
ve eceli ölümle sonlu,
sonsuz tutukluluk hali...
13o92oo8235o

Mai ve Siyah...










Ağır bir noksanlık işiydi aslında yaşam; sadece değilmiş gibi yaptığımız... Sonra tekrar susmaktı ve susamışken kelimelere... Susarken en çok muma basılı sigaralar içtik ve mühre dökülmüş alkoller... Aslında anlatmamanın bir sebebi olmalıydı, anlatamamaktan korkmak gibi; anlamamanızdan değil elbet ve katil kinaye... Susarken kinlerimizi kınından çıkarınca parlıyordu sigaraların alevleri ve alkol eriyordu... Herkes yeltendi kininin kınına ama çekildi eller geri birer birer... Mai misketler yuvarlandı sokaklarda ve seslerinden kulaklarımız acıdı ve kapattık gözlerimizi hissetmemeye... Misketler neden mavi dedi; mavi değil mai dedim ve yürüdüm ateşte, elerimde siyahla...

11/23/2011

Şimdi Ben yine yürürüm; kara kara ve batak batak . . .



Şimdi Ben yine yürürüm, yeşile basılı sarı adımlarla... Biraz donuk yollar ve silik rüzgârlar ama Kalamış’ın tekneleri ve martılarıyla, karabatakları orada... Biraz da susarım...
Gök, kuşağını takınca yeni geline de kırmızı kuşak takarmış; babalar ya da erk sahibi er kardeşler... Göğün kuşağı da gelinin kuşağı da ıslanınca, analar anlarmış ve ağlarmış...
Yol ne demek dediler, göç dedim bataklara; uçtuk beraber... Zayıf ve ince, mor damarlı bir elde durdu hayat, korktuk; Beyaz örtülere bulanmış bir rüyadan henüz uyanmıştık, alnımız nemli ve ellerimiz terli... Beyazları soyduk rüyadaki, terimizi silmeye; Siz ki yoktunuz, Biz çizmiştik Sizi her Gece ama hiçbir sabah söylemedik yokluğu, yine uyandık zannedin diye...
Deliliğe övgülü polarlı bi sabahta, kafe borderline’da içilen black coffee’yi Siz Ella’dan dinlediniz, Bizse sustuk...  
En çok Size acıdık ve asla evcilleşmeyen gölgelerinize; acırken canımız acıdı, karanfil yağlarına koyduk siyah soluklarımızı... Kimse yanıtlamadı; kısmaktan mı gelirdi kıskançlık...? Ve oyunların kuralları her zaman oyunu bozardı... Kanın rengi değişti dediğimizde en çok kan aktı; beyazda bıraktık kanı tam da tükenirken... Ve bembeyazdık, bir o kadar da karanlık... Yürürken hiç anlamadık; anlamanın anlamını... Anlamadıkça koştuk, kara kara bataklarla...
Filmden bir sahneydi, bir saniyeliğine de olsa olası sandığımız... Sandıkta beslenen sancılara sardığımız bez bebek koktu akrep ve yengeç... Sokakta kurulu kır kahvesinde içtik karbonatı bol çayları ve ters çevrilmiş plastik, beyaz sandalyelere serdik kanatlarımızı... Siz yine yoktunuz ama yine uyandık sandınız... Kimse çevirmedi plastik beyazlıkları sadece serildiniz yavaş ve ıslak... Rüyadan soyduğumuz beyazları örttük sandığınız uyanmanıza ve yarım bırakılmış çaylarla uçmaya yürüdük kara kara bataklarla...
Yine yoktunuz ama uyandık sandınız yine...
Ve söylemedik ...
Yine ...