2/03/2011

Ekspres tren camları...


Harran ovası dedi Rüyadaki Kadın... AşK gibi, tutku gibi, esirlik gibi dedi...
Ulaklar taşıyor dilimdeki dilekleri...
Ağzımda büyük bir tatla; ekspres tren camlarına dayalı  erkek traşlı başım... Ellerim tozlu, sohbetlerden kalma...AşK sıçradı yerlere; toplasam...? Ellerim titriyorken; kükürt tozlu kutularda hapsetsem AşKı,41 kibrit çöpüyle yan yana... 35’e kadar saydım işte, aksak da olsa...
Çerkes ezgileri...
Ezilmiş izmaritler...
İzlediğim filmler...
Fildişi AşKLaR...
AşK ninnileri...
Ninnilerdeki Anne...
Anne’nin etekli dölü...
Döl yatağı sancısı...
San’dığım Adamlar...
Adamların San’dığı...
Sandık lekeleri...
Leke gözlerim...
Gözlediğim ulaklar...
Ulaşamadığım ovalar...
Oval bakışlı KeDiLeR...
KeDi sokakları...
Sokak kızları...
Kızoğlan kızlar...
Kızların yalanları...
Yasak yemişler...
Yemişleri kaçıran Kargalar...
Karga kanatları...
Çerkes ezgileri...
...

Emanete bıraktım Unutulmuşluğumu...




 
Güneşin tanrısı...
Bölük pörçük uykularda, girip çıkılan ıslak odalarda...
BaNa ulaşmak için en çok da BeN’den kaçmak gerekirken; Evler arasına serdiğim MoRLu siyahlı kilimlerde sevdim KeDi yavrularını ve yanılgıyı...
Kahvaltı bahaneli molalar verdiğim buzla kaplı esnaf lokantalarındaki ters çevrilmiş sandalyeler gibiydi barışıklığım, tozlu masalarda... Yok sayılmış hediye kitaplarla doluydu sırtım; hediye kitabımı okurken... Üst üste dizilmiş yuvarlaklarla belirlenen Hayatımın yolunda, Siyah-Beyaz renklerde Cüceler oldum ve yazarlar, ressamlar... İntihar etmiş bedenlerin üzerinden atladım, sinir krizinin eşiğindeki Kadınların zafere olan yürüyüşünde... Otel odası işlevli, dolu kül tablası kokulu yerlerde uyudum ve uyandım; karnımda Güneşin Tanrısı’nın yokluğu...
Çini kaplı duvarlardaki, deniz manzaralarında konuşan kuklaların kahkahaları iki yüzlü Kadın, Erkekleri anlatıyordu... Yassı parlak kartonların girip çıktığı deliklerden  merdivenlere koşuyordum; çatılardaki Kara KeDiLeRiN yavrularından kaçmaya...
Mühürlü zarflarla sakladığım içselliğimi postaladığım postane yıkılmış, öyle söyledi gözlüklü Adam, tükürüklü konuşmasıyla... Yananlar yanmış, kalansa yıkılmış... Düşündüm sonra, tenha Sokaktaki postanenin boş yerindeki Gölgeyi... Sirkeci Garı’na yürüdüm; Semazenler dönerken Beyaz ve Yeşil... Bavullanmış gidişler ve dönüşlere takıldı ayaklarım... Nereye gittiğimi unuttum ve geldiğimi... Emanete bırakılan gidiş ve dönüşlere sakladım unutulmuşluğumu; Herkes gidene dek...
Ve uyudum...

KIZIL KUYRUKLAR...

   
Çınlıyorum, kırık beyaz duvarda... Varlığı(mı)n gölgesi düşse de donuk duvara; varlığı(mı)n yetmezliğini soluyorum...
Yollar nereye götürür...?
Üstünde akreplerin oynaştığı tozlu yollar...
Akreplerin kızıl kuyruklarındaki yaşamlar... Benim doğurduğum kızıl kuyruklu akrep çocuklar...
En soylu ölümle ölen kızıl kuyruklar için, ben yakıyorum alevlerin en soylusunu... Alevin tortusu, küller ve dumanlarla arınıyorum. Külleri saçlarıma, dumanı gözlerime sıvıyorum...
        Bedenim sıcak; ruhumsa... Ruhumun soğukluğu, ellerimi yakıyor... Ellerimi yutuyorum... Parmaklarım boğazımda takılı sözcükleri oynatıyor yerlerinden bir bir... Sözcükleri tükürüyorum... Her bir tükürük, donuk bir kadın heykelciği halini alıyor... Heykellerin gözleri yok ve saçları...
Her bir minik heykeli eziyorum tozlu topuklarımla... Ve ben yavaş yavaş donuklaşıyorum... Dağılan her bir heykelcik, bedenimin bir noktasını hareketsizleştiriyor... Önce ellerimi oynatamıyorum;sonra kollarım, başım, gözlerim ve ayaklarım... Son heykelciği paramparça edecekken; bedenim büyük donuk bir heykel...
        Ruhum sıcacık ve bedenim soğuk...
Gözlerimin sabitlendiği noktada, bir kızıl kuyruk... Etrafında yanan en soylu ateşte, bana yaklaşan akrep ve bileğimden beynime yayılan sıcaklık... En soylu ölüme, benim doğurduğum kızıllıkla ulaşıyorum.

Benim ölümümü, ben doğuruyorum; koyu bir kızıllık adında...
                      

2/02/2011

Mimoza nasıl kokar, yazsana BaNa...


 

    Fes Kırmızısı tadında Sohbetler ettiğim Evsiz Adam’larda kaldı AşK’ım... Mantar tıpalarla, boş Şarap Şişelerine tıkandı Kelimelemeler... Teneke kutuda yakılan Ateşte asılı, YüZüMüN ReSMi... Kullanılmış kağıtlar(l)a ödenen Minik Gümüş Liralar gibi Ömrümüz...
Mürdüm Yeşili Ağlayışları Korda yanıyor, Yaşlı Adam’ın... Elleri Ateşin Gölgesinde ve Makarasız Fotoğraf Makineleri Yağmurda... Usul usul anlatılan Şehir Efsaneleri’ni oynuyorum BeYNiMDe... Dekorsuz Mekanlarda, kasılı oyunculuğumla, donanımsız seyircilere, yırtık Beyaz Perde’lerde...
Eşkıya Adlarıyla anılan Evsizlerin Resimlerini yapıyorum, midemdeki fotoğraflarla saklamaya... Saklı Bir Kentin Mahsun Kadın’ı Karanlığı söküyor, Çamurla mayalanmış Erkek ve KıZ Çocukları ardında...
“SiZiN Artığınızdır, Ekmeğimiz; Ektiğimiz...” diyor Adam Gözlerinde... Gözlerimi kaçırıyorum, belki duymam diye... Kör Kuyu gibi İçim; Sözler parçalanıyor, ufalanıyor, çoğalıyor... Kına Gözlü Kız oturmuş Kucağıma; Camdan ELLeRiMLe oynuyor, Çivit Mavisi Saçları...
Saklandığım Evcilliğim Omzumda, soğuyorum yavaş...

İyot kokuyor GeCe...
Deniz yakın mı...?
Mimoza nasıl kokar, yazsana BaNa...

Hanımeli Kokusuna kadar yürü; okursun kaldırımda... 35 Adım belki var belki yok ama ayakların küçük SeNiN Pamuklu Prensesler gibi... Cüce Saatlerde yürü ki Devler kaçmasın...
Ölümü, SeN’i inceden öldüren Ölülere çok ağlarsan; gelmezlermiş DüŞ’lerine...

Kalkıyorum Evsiz Sofradan; GöZüMDe Kınadan çalma Leke, omzumda Çivit Mavi Saç Telleriyle... 35 Adım belki var belki yok ama Ayaklarım küçük BeNiM...

Mimoza nasıl kokar ki...?

Sualsiz Meylerle Ulanmış Aşklar...

      Ulanmış AşKLaR yaşıyorum; Sessizlikten SeSe doğru... YüReĞiMDeN Çizgiler çizili BeYNiMe; BeYNiMiN Çürüklüğünü, KaLBiMe getirmeye...
Ulanmışlıkta neler kaybolur ki...? Eskiyi yad edemezken, Yeniyi hazmedememek...
MiDeMDe biriken, kenarları yırtık ve yanık Sarı Fotoğraflar... Her bir Kare kaybedilmiş An’larla çizilmiş... Fotoğrafların Fotoğrafını çekiyor Kokuşmuş Soluklar... Midem bulanıyor...
ANNE nerede ki...?

Geri dönememek... En çok da ilk Soluğa... Aldığın tüm Nefesleri geri solumak... Tüm kirliliğini Beyaz sulara yatırmak... Akan Suda; suçu, Günahı, ihaneti, Yalanı ve Kirlenmeyi okumak...

Sualsiz Meyler getirin BaNa...! Suallerle oyulmamış Kadehlerle...

Kiliselerde kaldı ELLeRiM, ıssız koylarda ve uçsuz bucaksız zeytinliklerde...
Adaları karalara bağlamalı... Kara’ya boyanmalı Kediler... Ve Ölülerle, Deliler sevişmeli, Kedili Sokaklarda...
Tabaklarla boyanmış Arnavut Kaldırımlarda olmalı Cenaze Törenlerini ıslatan Yağmurlar...
Mekanik Fırtınalar kopmalı... İplerle BeYNiMe bağlı ağaçlar köklerinden sallanıp şimşekler çakmalı; büyük Kırmızı kamyonlar üzerinde...
Seksenler’de dönmeli porselen biblolar ve Beyaz Kelebekler konmalı Kızıl Pikaplara...
45’lik AşK’lar parlamalı iki Senedir çıkarılmayan Siyah takım elbiselerde...
Fenerlerle aydınlanmalı, tabutlardaki eski AşK’lar...
Üzerinde Parlak balıkların oynaştığı çakıldan Yollar, kulübeleri Denize bağlamalı...
Rakı Sofraları illa ki Gazete Kağıtları üzerine kurulmalı...
Otel odalarındaki küçük ucuz kokulu şampuanlar azalmalı; Beyaz çarşaflar terlemeli ki her doğan GüN’le yenilensin...
Lobiler İnsan kokmalı; yorgun ve Kaçık...
Adalar Karalara bağlanmalı...

Ve sualsiz Meyler getirin BaNa...
Sualden oyulmamış Kadehlerle...

Köy Ruhlu, Kentli iki Cüce Dev ve intizar...

   
“Yaz...” dedi Adam; “ki kaçabilelim...”

Sol Kulağına dolan Kilise Çanlarına karıştı Ezan Sesleri... YaPRaKARDıNaSaKLıAşKLaRDaNGeLMeADaM’la konuştu bu GeCe... Binbir GeCe Çiçeklerini anlattı O’na, karlı bir Kına GeCeSi’nde açan... Bir de Ateş Böcekleri vardı; evin duvarlarında ışıl ışıl... Battaniyeli GeCe sıcaklığında yırttılar GüN’ü, tam GeCe’nin ortasından... Yıldızlar döküldü kucaklarına yine ışıl ışıl, Ateş Böcekleri gibi...
Nedense Noel Baba vardı, Oğlu’na gönderdiği mektubun pulunda... Pul pul olmuş GeCe’lerde aynı Uykuydu uyumadıkları, aralarında bir Sokak ya da 35 Adım olsa da... Korkulanı bulmak belki daha Korkutucu...
Köy Ruhlu, Kentli iki Cüce Dev’in Sevişmeleri Sır’dı, Sırlı’ydı... Her seferinde GeCe ağlıyordu, Kadın arkasını dönünce... Yürek kasılmasıydı ve Beynin esrimesi...

“Yaz...” dedi Adam, “ki kaçabilelim...”
“Yaz...” dedi, Yaz gelip; Kış gidene dek...

Kurşunsuz Kalemlere, Şeritsiz Daktilolara mırıldadı Kadın, heceleri...
Ahenksiz duvar saatleri yorgan niyetine;        tik tak...
Mum üşürdü; Kadın Soluksuz Evine koşunca... Cumbada Turuncu Kızılı Gözlerle, Devler beklerdi Kadın’ı; Kadın 35 Adımı atarken... Ve Rüzgarların çanları sayardı ardından... 33, 34, 35...
Radyoda çalan eski ve ekşi bir Melodi; İntizar... Sözlükte anlam: Bekleme, gözleme; İlenme, beddua, inkisar...

Cennetin Tüm Ceninleri...

Yarım kalmış Annelik üzerine Güzelleme yazmalı ve Cennetin tüm Ceninlerine...
Batının en uzaklarından ve Doğunun en ıssız topraklarından sağdım, yarım kalmış Anneliğin gözü yaşlı Sütünü... Beyaz gelinliklere benzer dilek ağaçlarını suladım, yaşlı sütlerle... Süt kokulu söylenememiş isimler uçuştu, MoR kanatlı kelebekler ardından... Ve rüzgar kelebek kanatlarındaki sırları, dilek ağacındaki gelin telleriyle karıştırdı; Cennetin Ceninlerini savaş için boyamaya...
Yarım kalmışlığın mecburiyetinde, boyalı kuşlar gibi yeryüzüne uçtu Cennetin tüm Ceninleri... Ceplerimizde pişmanlıklarla kaçarken, Simurg’un kanadından kopma tüylerle renkler bulaştı yüzümüze... Renklerin en kirli tonlarında boğulduk, ceplerimizde Keşkelerle...

Kara, kapkara...

 
Belki anladim ama eger istemezsem, BaNa asla anlatamazsin...
Anlik gülüslerden alintilar yapardim,
çalinti derdin...
Kalintilar bulunmu$ beynimde ve ellerimde; yikama dediler,
yaladim BeN de...
Yakama yapi$an sicagin kokusu olmali,
oku demirden...
Neden burdasin dedim; cevabi, emirden...
Demlenen kokulari içiyorduk, BeNLe SeN...
Ya da SeN BeNDiN,
BeNde SeN...
Kimleri içtik ki tüm ZaMaNLaR Boyunca
ve içildik...?
Yudumlarca aglayan
iranli KiZLaRiN, makyajlarinda aktim;
demir heykellerle kurulmu$ soguklu köprülerde...
Aras Nehri miydi akan
A$K mi, pazarlara giden otolu yollardan...?
i$lenmi$ tahtalarda dondu baki$lar ve
Kaybolduk bir bir...
Azarlanmi$ KeDi Bakislariyla kaçtim otelin en karalanmis odasina...
Kara Çarsafa sardim, utanmisligimi ve agladik, beyazca çarsaflarla...
Umrumda degil dedi;
kara hem de kapkara...
Sustum ya da susturuldum, kimin umrunda...?
iranli bir KiZDiM sadece,
Kizmi$ ve Kizdirilmi$...

üTü Ve Masası...




SAHNE 1: GENÇ KIZ YENi EV/KORiDOR-ODA_____ iÇ - GÜN/FLASHBACK

GENÇ KIZ yeni tuttugu Evde ANNE ve BABASINI gezdirmektedir... Gururlu ve mutlu ama bir o kadar da tetikte, herhangi bir savunma gerektirecek durum için hazirlikli...
ANNE kuskulu ve sorgucu...

  ANNE: Kizim bu kadar büyük Evi ne yapacaksin...?!

  GENÇ KIZ:: E Anne ucuzdu, bi sürü küçük eve de baktim ama inan daha pahaliydi hepsi...

  ANNE: KYRA'ya da oda verirsin artik... (KYRA GENÇ KIZ'in Kedisidir bu arada...)

Arka odaya geçerler, BABA sessiz ve yorumsuz ama yüzünde gururlu ve mutlu bir ifade, GENÇ KIZ'dakine benzer...

  ANNE: Buraya da ütü ve ütü masasini koyarsin, tam ütü yeri...

  GENÇ KIZ: Ne ütüsü yahu...! BeNiM hiç ütüm olmadi ki...

  ANNE: Olmaz Kizim, böyle olmaz...

Kizinin yatagindaki temiz ve katlanmis ama ütülenmemis, çogunun yaka ve kollari kesilmis onlarca t.shirtünü parmak sallayarak gösterir...

GENÇ KIZ anlamamis...
  GENÇ KIZ: Ne olmaz Anne, Allah Askina...?!

  ANNE: Olmaz iste, Bir Genç Kizin evinde ütü olmadan olmaz...

GENÇ KIZ geçistirir...
  GENÇ KIZ: Tamam bir ütü alirim daa ütü masasi almasammm...?

  ANNE: Yaaa Sabir...! Kizim nerde yapicaksin ütüyü...?!

Kocasına döner ve çıkışır...
  ANNE: Susup durma, Sen de bir sey söylesene...!

GENÇ KIZ ikisini çekistirerek ütü odasi(!)ndan çikarir...

  GENÇ KIZ: Neyse iste, bakin burasi da banyooo... Büyük degil mi...?

ANNE takilmis...

  ANNE: Aslinda Bizde 2 ütü vardi, getirseydik birini be...

  BABA: E tamam, alicam dedi ya Bizdekini begenmez simdi bu...

  ANNE: Aman sevsinler, neyini begenmiycekmis, daha Düne kadar Ben onu kullaniyordum...

Üçlü daha dogrusu dörtlü(KYRA da peslerine takilir) salona dogru yürürken, sesler Rabarbaya dönüsür... Kestik...

Sahne 2: GENÇ KIZ YENi EV/ÜTÜ ODASI_____ iÇ - GeCe

GENÇ KIZ yeni ütü masasinda, yeni ütüsüyle Mor Salvarini ütülemis katlarken, KYRA da yaka ve kollari kesik ütülenecek t.shirtlerin üzerinde uyumaktadir...

                          - SoN -

(Yasanmis bir Hikayeden uyarlanmistir, Hikayedeki Kahramanlar da Gerçek Kisilerdir...)

Ya Kiyamet kopacak ya da ANNEMi sandigimdan da çok Seviyorum...

BeNCe Kiyamete daha çok var ANNECiM... @:o)


Dipçik Not: Tüm Genç Kizlara ya da Annesinin hala Küçük Kizi olarak gördügü 3o yailarınindaki Kadinlara...

Kiyamete daha çok var Bayanlar...
@:o)

2/01/2011

8ekiz...

Görüyorum SeNi;
Düğmelerle düğümlenmiş, iki Mavi yolda...
Uzun bir Yolculuğun,Keşiş'teki Anlamında,
An'larında...

Kısık Gözlerle,
Kumdaki Fırtınanın Sarısını seyrediyorum...
MoR Dalgalar'da Serabım...
Sebebim, Bahanemken;
Şimdi de kabulüm Boğulmak MaVi'de...

Yırtılan NeFeSLeRi topluyorum, Cihangir'in Meydanında;
Ceplerimde Sözler...

Çözülen cümleleri seslendiren Ruhlara,
Dökülen Yaprakları yamıyorum;
Elimde Sari ve Şeffaf...

Su Tadında ve Var Olan Yokluğunda eritilmiş
İç Dökümleri içiyorum,
Mai ve SiYaH...
Musalla Taşında Demli Çaylamalar...

Çiçek Desenli Masaları seçiyorum,
Ölülerimi yatırmaya...
El açılmış edilen küfürler, Kırılmış Kalplerden sekiyor
Ve Genç Kız Bedenleri HaYaT'ı öğrenmeye akıyor,
Mihenk Taşlı Kaldırımlardan...

Doğmamış Bebek'lerin Verilmiş Sözleri,
Vapurlardan Martılara ikram ediliyor;
ANNe’ler ZaMaNSıZ bir Kaybın ikizliğini yaşarken...

Görkemli Cümlelerin dakikalarla sökülen harfleri,
Kızıl Bir Odada üşüyor...
Ve inadına birbirine sürtülen eller,
Havadaki dumanları Beyaz Kağıt Terliklerde dağıtıyor...
MaVi dairelerin Pembelerle çakıştığı Soğuk Koridorlarda;
Annesiz Bebekler, Yarim Kalmış ANNE’liği arıyor...

Sırtında SuYLa YaZıLMıŞ
Yeminiyle diyor ki Küçük KaDıN;
Görüyorum SeNi;
MaVi GöZLü DeVi...

Sanrı...


Uçuşan yapraklardı, Beni bir parkın bankına mühürleyen... Donuk noktaya dalmıştı gözlerim... Fotoğrafların sabitliği gibi ince bir tabaka halinde, bedenim havalanıyordu rüzgarla... İçimde yakılan ateş, beynimim kıvrımlarını ısıtıp, sulandırırken; Evsiz Bir Adamın ellerindeki is lekesiydim... Yanarken bedenim, insanlar seyrediyordu, sokakta uçuşan küllerimi...

                                              

Büyü Büyümeye Başlamıştı...


    

     Cihangir Sokakları’nda yalınayak yürüyen DüŞ’lerime Kediler takılıyordu, gözlerim Gökyüzünü boyarken... BüYü büyümeye başlamıştı, korksam da... Asmaaltı AşK’lar bir kaldırım ötede soluyordu; ilk soluk çok geride kalmışken...
Kitabın sayfaları uçuşuyordu Rüzgarda...
Lodos parklardaki Kadın Heykellerini okşuyordu...
Ve Poyraz Kiraz Ağaçlarını...
AşK...

1/31/2011

"a" nın inceltmesi...

  
  
Yazmalarim geldi,
yaza dek ne yazsam kardir...
Zaten Yazmayali 'a'nin inceltmesini de kaldirdilar...

Ne anlarsiniz kim bilir yazdiklarimdan...
'A' incelemedikten sonra,
ne kadar ince yazabilirim ki...

Anladiginiz, anlatabildigimle sinirlidir...
Ve bu durumda,
ne anladiginiz da
benim anlamamla degil,
sizin anlatabilmenizle sinirli ise ne kadar anladik birbirimizi; biri anlatsin anlatabildigince,
ben de ugrasayim anlayabildigimce...

Deliler...



Uçkurda Düğümlü Dünyalarımda,
Uçurtma Uçuran DeLiLeR...
Silinmeye Yüz tutmuş Bedenlerin Esrik Dansında GeCe...
GüNü Dogurmak için GeCeYi boğuyor DeLiLeR...
DeLiLeRDeN SeN anlarsın,
Konuş onlarla demiş Adam...
Üstlenmeli mi...?
Kurşun Kalem gibi Dimağlar!
Yok ki kalemtraş!
Yassilaşmiş Dakikalar...
Eyvallah...!

 

Ya hiç sobelenmezsem...?




 
Anlamak istemezsem asla anlatamasın BaNa ama gördüm SeNi, renkli bir camda rengarenk ışıklar arasında... Yazdım, deliceydi ama Yazdım; cevap beklercesine...
Resim mi yapmalı; tual mi boyamalı...? Getirin gözlerimin önüne, Hayatımdan geçen tüm Yüzleri... Öptüklerim, baktıklarım, bakamadıklarım... Boyalı Yüzler ve duygusuz, maskeli... Getirin hepsini gözlerimin önüne; hadi Film Şeridi yapalım kim bilir belki ölürüm bu GeCe...
Ya uyanamazsam...?

Tüllenmiş bakışları ve mutlu, umutlu... Yazdım işte, cevap beklercesine...
Adettendir dedi Anne, neden anlamadım... Çardak altına serdim beklentimi; hiç beklemiyorken oysa... Kapıyı kilitlemedim belki Sabah gelirmiş, uykumda solurken...

Kimsin ki...?
Hiç sormadım; SeN de ne yazdın ne fısıldadın...

Nietsche niçin Yazmamış BaNa; BeN O’na Hiçlik üzerine Yazmışken sayfalarca...?

Yağmur yağıyor ya Ev’de yoksam...

Yaz’a kadar Yazmamalı...

Dediler ki Evrenin Melekleri korur SeN’i...

Sıcak Şarap içelim...
Bayram da bitti ve cepkenim yine taşla dolu...
Su’da ağırım ya Su’ya Yazdıklarımda...?

Sakladığınız yerden çıkarın BeNi; unutuyorum BeN’i, SiZLeRi, yüzleri ve ince beyaz ellerinizi...
 
Ya hiç Sobelenmezsem...?

Çürük et kokusu, kumruların gagasında ve kilitlenmiş kapılar; kapı eşiğinde hediye umutları... Muştu demişti Edebiyat Hocam, Hayatın muştuları; var mı soramadım hiç...
Kara tahtaya Yazılan, beyaz tozlu AşKLaR tozlanmış dedi, ilkokuldaki kokulu pembe silgim ama BeN hiç okuyamadım dedim; SeN hep küçüktün ve hala...
Büyürsem okur muyum peki, en azından Göçleri, Sürgünleri...?
Onlar öldü dedi; sustum ve durdum...

. . .


         http://soundcloud.com/hypnogaja/nothing-left-to-give

Kukla Uyku...

Herkes uyurken dedi Adam; ZaMaN sadece SeNİN ve BeNiM içinken... Kukla Adamlar ve Kukla Kadınlar bilinçsiz solurken

... Puslarla kaplı sahilde denizi yırtarken karabatak kanatları...
DüN GüNDü, BuGüN de GüN; YaRıNıN GüN olması için DüNKü GüN gibi BuGüNüN de gömülmesi gerek...

  Develer de Sağdan Sola...
Peki bu bir şeye işaret olabilir mi...?

   Ve Taksi...

Sağdan Sola da yazılsa,
"Peace is Peace"...

Sarı Halka...


Yıldızlar galiba, DüN GeCe elim elindeyken görmüş BeNi... Dedim ki üzülmesin diyeydi her şey belki de... Anlamazdı yine ne yıldızlar ne benekler etraftaki... Kızılderili bir Adamdı BuGüN de DüŞ’ümdeki; çay tadında ve bir sigara... ANNE değil miydi AşK’ı yasaklayan; BeN’liğim mi BeN’cilliğim mi yoksa...?
Teslim olmak ve almak... Bu kadar yorgunken ve MARDİN’de bir kapı...
KıZıM gidiyor sanki ellerimden, tuhaf bir ayrılık; kokusunu bile bilemeden... ANNE’ye ne söylerim ki...? Bir ANNE’nin ANNE’si olmak... Her şey burada kilitlendi bir bahar akşamı ve BABA olmak ki sağ elinde Sarı bir metal çember; yüzündeyse tanıdık her şey... Sanki Sultan-ı Esma ve Beyaz bir boşluk... İki kişilik HaYaTLaR ve iki kişilik masalar, çaylı sigaralı... Bir oda dolusu HaYaL Kırıklığı Kokusu... BeN büyüyorum hala ve KıZıM...
Belki asla duymamalısın, yıkıntılardaki BeNi; bir avuç dolusu kırıklık, Pembe, Mavi...
Kaldırım kenarında uyuyan KeDi’ye verdim elbisemi ve kaçtı kuytuya... AşK şarkısı, şarkının adı; HaYaTTa Herkesin en az bir kere KeNDiNe sandığı... But I am a Super Girl... ????
Sokakların köşe başı süprizleri...
SeNi bulmama izin verme; bulsam da konuşmama...
Tek kişilik HaYaTLaR kurmalı...????
Keman çalsaydım, anlatırdım SiZe tüm HaYaTı...
Gerçekten dönmez mi gidenler tam da Yüzleri silinmeye başlarken... Unutmak, umuttan mı gelir yani eksikliğinden...?  Eksik Etekli bir cümle ve öznesiz, özensiz... İster miydim orada olmak, gizli bir Özne; Sarı çember sağdan sola geçerken...?
Az mıydık, azınlık mı...? Tebeşir koktu yine HaYaL-i Cihan... Sarı çiçekler taktım Kızıl saçlarıma, ellerimde papatya Beyazı... Solup giderken mektuplar, yaktım onları solup gitmektense... Kısmaktan mı gelirdi kıskançlık, hiç cevap vermedin BaNa ya da unuttum; güvenin gibi aynı...
Bırakın BeNi ve soluklarımı, ağırım; ne demekse...? DEDEMİN gümüş mektup açacağı ve postalanmayan mektuplar... Köylü olmalıydım ve köyde... Yeşil her yer ve Mavi... Renkler BeNi yordu ANNE ve BABA ve yaşlandım; yaş almadan daha...
Onurun kibirden tozları...
Kibrit Evlerde yaşamıştık Onunla, bazen mutluyduk ama genelde yanaklarımız ıslak... Kibrit Rüyalara yattık; Sahillerde Siyahtan Kırmızıya doğdu kayboluşumuz, kaybedişimiz ve... Kibrit koktu her şey yanana kadar güvenli, sonrası saniyeler... Kibrit koktu her şey AşK da, Nefret de Sahilde... 41 kere yattık DüŞ’lere, her seferinde 1 eksik döndük geriye...
SeNi hiç YaZmamışım...
Parmaklarımın arasından akan kum taneleri ama kum saatim yok ki...
Yazmamışım SeNi, Siyahtan Kızıl’a geçerken SeN ve sağdan sola...???
BeNi yavaş yavaş öldüren ne...?
Nefesim tutsam ölen dek ki konuşmasan SeNiNLe; Kırıklık...

Sekiz hafta...

Aynalaşmış kitap kapaklarından kaçan alıntı Hayatlarda sınırlıyım... Kırık aynaların uğursuzluğunda yaşlanmış saçlarım... Kıyıda, Kıyı’dayken içtiğim sigaraların dumanlarıyla sevişiyorum, bulut yataklarda... Ve çok olmakla çoğul olmak arası çizgiyi anımsıyorum... Karga bakışlı serçeleri besliyorum, karnımda sekiz haftalık pişmanlığım... Karnımı saklıyorum; Deniz gözükmesin diye...
Lavanta Kızlar ve Karanfil Oğlanlar, sek sek çizili sahillerde mermer heykelleri taşlıyor ve AşK kazılı Şairin heykelinde... Şiirden kaçarken tutulduğum Adam geldi aklıma, Taştaki AşKLa... Devrilmiş Ülkelerden gelenlerin arasında ayağıma takılan AşK ve sekiz hafta... ZaMaNı saymamak mı daha az acıtıyordu taşları...?  Hücre duvarları çentik çentik, takvim yaprakları yırtık ve yanık... Takvim yaprağı ardından konmuş çocuk isimleri ve sekiz hafta... Doğma Günündeki anlam ve taşlardaki sır... Erkek ismi: FAHRİ, Kız ismi: FAHRİYE... -ye ekiyle özetlenilenlerden olmak ve sekiz hafta... Sonsuz boşluğun, son adımını atamamak...

- Eğer kalırsan...

Aslında ile başlayan cümleler kurmak, yenilgi dedi Dilenci ve Keşke...
BeN sessiz ve sekiz hafta...
Kuklalı...

Çarpış-ma...


Çarpış-ma...

Tüm olumsuzluğuna rağmen; hissetmeye...
Nefretle doldurulmuş boş mermi kovanlarıydı sanki açık renklilerce koyu renklilere doğrultulan... Ve Siyahi de olsa KaDıN olmaktı; anlatmak, anlaşılmak için...
Sarı Mersedeslerimize astığımız nazar boncukları mıydı Voodoo büyüleri ya da küçük Kurancıklar...? Nedenini bilmeden yolunu değiştirmek istediğin karışık sokaklarda üşürdün hep; ne kadar çıkmaz o kadar soğuk...
Ve defalarca değiştirilen kilitler, rengi beğenilmemekten...
Yine de Baba... Kanın artık sıcak bile değil sanırken, kanının sıcaklığı damarlarını acıtırdı...
Öldüren eller ve parmaklar otoyoldayken; siyah bir arabanın gücüyle, güçlü bir Adamın Siyahlığında KeNDiNLe kalmışken, SeN... Ve inanç, SeN olmayanlara; Diğerlerinden Biri olmak dışında bir suçu olmayanlara... Yavaş bir yavşaklık işte Dünyanınki... Keyfin kıkırtısından, telsiz cızırtılarına nemli bir geçiş; önce gururlu KaDıNLıĞıNDaN ve cesur ama sadece ölene kadar o Beyaz eller ve parmaklarla; bir otoyolda, kaldırımın kenarında...
Gülümsemenin ciddiyeti anlaması ne kadar sürer ki...?
Ölmemek için gülümsemeli mi, pişkinlik mi, inkar mı...?
Güçlü Erkek bacakları aralık, elleri Siyah güçlü arabasında ve SeN...
Ölmek için sebebin, iki bacak aranda...
Öldün işte, bir otoyolda, kaldırımın kenarında...
    Terk...
Fark etmek ve terk etmeyi cümlelemeye çalışırken; terk edilmek...

Yatakaltı kâbuslarında, Minik Kız nefesleri ve görünmez kanatlarıyla uçan periler... Çalıntı kanatlarla uçtuğumuz DüŞ’lere bulaştık, boğazımıza kadar... Ve kanatsız artık periler... Görmemenin rahatlığıysa omzumuzdaki pelerinler...
Kilitsiz kapılar ve kilitlenmiş Kader miydi kırık camlardan yansıyan Persli göz yaşları...?  Kanatsız periler buzdolabındaydı; kırıklıktan muaf... Buzdolabında ekşimiş SüT SeN ve hep en sevilen çocuk SüT Kardeş...
Yapılan son şey midir gerçekten son, yoksa Akılda son kalan mı...? Aslında kaşık yok çünkü hizmet dışı kullanım...
Uzun bir otoyolda, şeritleri uç uca eklemek gözlerinin yaşlarıyla... Gerçi ölmüşken...? Sahi bir daha, bir daha ölebilir mi insan ya da KaDıN ya da Erkek...
Ölmüşken bir otoyolda kaldırımın kenarında SeN, yine bir otoyolda Yeşiller içinde ve nemli yine...
Umudun elleri kirli olur muydu hiç ya da Ölümün de olsa meleklerinin elleri...?
Bir kere ölmüşken SeN, ölebilir misin ki tekrar tekrar, Tenine değse de... 
Her bir Kar tanesini bir Melek indirirmiş yeryüzüne; derler ki Kar yağarken dilek tutun, Melekler gökyüzüne boş dönmesin diye...                        
BiZ  yine de Çarpışmasak mı . . . ?

1/30/2011

Hiç Kadın...


Baba dedi cızırtıyla Oğlan ama duymak istemeyenlerin sağırlığıyla boyalıydı, Adamın sakallı yüzü... Demirden bir köprüden geçtim; yazdığım mektupları güvercinlere okumaya ve tahta kayıklar vardı soluk soluğa...
Gitmiş dedi, saklı bir Fotoğrafta beyaz elleri; durdum... Aşk mıydı asla bilemediğim bir başka burukluk daha, sandık lekeli hatıraların arasında... Kadın olmalı, anlamaya dedim ama burun kıvırdı Zaman... Geç dedi, geçti dedi; durdum yine...
Erk Sahibi, Er Kişi saklambacı... Saklı tuttukları Nüfus Kayıtları arasında buldum Kızım SU’yun YaZı’larını... Sakıncalı bulunmuş gözleri... Ölüm tarihi sordular; YaRıN dedim, Sabaha karşı... Sarı bir kağıt verdiler; soluk bir fotoğraf iliştirili... Bakmadım fotoğrafa; katladı Adam, cebime koydum, kağıt mendil kokuları arasına ve ağaç Anılı...
Anne Kadın, Ev Kadın, İş Kadın, Meslek Kadın, Hep Kadın, Hiç Kadın...

Üşümüş ve Üşenmiş Yürüyorum Beyoğlu'nda...


 
  Denizaşırı Ülke gezmeleriyle çizilen Yaşlı Adam Yüzleri...
  Ellerin nasırlarıyla sayılan AşK’lar...
  Tahtaravalli kokan sek sek taşları dolu Odam ve Yatağım...
  Para kokulu ceplerdeki, kağıt mendil artıkları ve Leblebi Tozu Boyalı Bakkal Amcalar...
  Daktilo şeritlerine basıyorum Fotoğrafları...
  Ve Tunalı Hilmi Caddesi kesiyor İstiklal’i... Arpa boyları, Tramvay yolları geçiyor ışıltılı mağazaların içinden... Paketlenmiş Sevgiler parlak torbalara dolduruluyorken, kaçmak lazım Sahil’e... Merdivenlerdeki AşK’lara takılırken ayaklarım, karşı Kıyıya koşuyorum ıslanmış paçalarımla...

  Nedir ki Boş Çerçeve İmgesi...?
  Ya da ne değildir ki...?
  Doluyor işte, herhangi bir Sabitlenmiş An’la...
  Kibrit Kokulu paspartuları SiM’le kaplıyorum...
  Niye ki...?

  Üşümüş ve Üşenmiş, yürüyorum Beyoğlu’nda; yokmuşumcasına, yoklarmışçasına...
  Niye sızlıyor ellerim...?

  Boyama Kitapları vardı ve Nova Colour marka, pastel taklidi boyalar... İki dağın arasından Güneş’in doğmasıydı, en büyük çizili DüŞ’üm... Ve üç tane Martı, Güneş’e süzülen...
Noktaları birleştirerek bulduğumuz ördekler ve Alice... Harikalar Diyarı’ndaki Kedi’nin gülücükleri vardı, Çocukluğumun Kaldırımlarında...
  Anahtar deliğinden Büyümeler...
  Susam Sokak’ında açılan Kafeleri adımlıyorum, kulağımda Minik Kuş’un turuncusu... Alkol kokuyor Kurabiyeler... Anasonlu, mayalı... Kurbağanın öğrettiği Rakamlarla sayıyorum hala AŞK’larımı... Ondan mıdır Aksaklığım...? Leblebi tozlu ıslıklar işitiyorum, Çocukluğumun Mahallesi’nden...
  Ay Aydınlığı GeCe’lere AşıĞıM; İnsan ışıklarının çizmediği...
  Kadife Kanatlı Kelebek Günleri çizili, Resmin arkasındaki Beyaz’da...

  Kahve çekirdeği kaplı Yollar, Pamuk Tarlalarına çıkar mı...?

Pamuk Helvası Pembeliğindeki Bebekler ağlıyor...
Aspirin kokulu Beşiğimdeki,
Beyaz Oyaların sandık lekelerinde DüŞ’lerim...
Ameliyat masasında kurulan Çilingir Sofralarındaki
Küf kokulu Peynirlerde DüŞ’üşlerim...



Hey Kedi Ruhlu Zamparalar ...

                  
  AşK’ımın Adı pelteleşti ve akıyor ellerimin arasından...       
  Ellerimi koyacak yer bulamıyorum; Tiyatro Sahnesi’nden, Beyaz  Perde’ye inmiş Oynayıcılar gibi...
  Kukla ZaMaNLaR akıyor Takvimlerden, Taksitlenmişken Sevilmelerim...
  HeY KeDi RuHLu ZaMPaRaLaR, Orospuluğun Fikri Kaça...?
  Orospu Olmaya Yaratılmışlar’a içiyorum...!
  Şerefinize Doğacak Yarım Kalmışlar; Şerefinize...!
  Cam Kadehlerden yansıyor Kanlı çığlıklarınız...
  Duymuyorum ki...

Dildaş . . .


    Dildaş ararken pelteleşti ve çürüdü Kemiksiz Dilim...
BeYNiMiN ve Dilimin Kemiği yoktu ama ikisi de Kemikleşti ta ki Yazmanın yararına varıncaya..
    Yazarken, Yaşanmış ZaMaNLaRı Sabitlemekten ötesini düşünürken “DüŞüNMeYe DüŞKüN OLMaK” dedi Esmer bir Erkek Arkadaşım... Üzerinde DüŞüNMeYe değer dediğim, DüŞ’ü, DüŞ’lemeyi ve DüŞ’künlüğü tek noktada buldu Parmaklarım..
    HaYaTTaKi herhangi bir DüŞ’kün olmam mıydı BeN’i bu kadar durağan yapan...? Ya da hep aynı DüŞ’ü görmeye yatmam mı...?
    DüŞ’ümde DüŞ-Erken  uyandım hep GeCe’ye... GüN’e uyanmaktansa, GeCe’ye uyanmayı yeğledim hep... İnsanoğlu’nun GeCe’deki Bilinçsizliği daha da koyulttu GeCe’yi BeN’de... QUASIMADO’yu aradığım ıslak ve yapışkan Sokaklarda; Dilimde hep aynı Şarkıyla koştum... ESMERALDA’yı Lanetliyordum tüm notalar ve hatta tüm eslerle... “QUASIMADO”ya AŞıĞıM, Su vermeliyim O’na...!” derken; “QUASIMADO SeNSiN...!” dedi bir Erkek sesi...
     QUASIMADO “YaRıM KaLaN” demekti ve DüŞ’künlüğümü buldum, çamura bulanmış bir Sokakta...
     Suyu olan değil, Suya muhtaç olandım yine; TuTKuM KeNDiMi kırbaçlarken...
TuTKuMa rağmen sabit bir Gri’de son buldu tüm NeFeSiM...
BaNa Suyu veren ESMERALDA’ya, BeN de Son NeFeSiMi verdim...